Herkese Sevgiler;
Bilirsiniz; bir kaos ortamında iyilik arayışında olunduğundan, mevzunun içinde dönen kötülüğü; bazen de tam tersi iyiliği göremeyebiliyoruz. Sayın akil insan Orhan Gencebay’ın zamanında kulağımıza çaldığı, bizlerin de diline pelesenk etmiş “Hatasız kul olmaz”ı şöyle bırakıyorum izninizle çünkü depremi konu aldığım son yazımda, “gerçek düşmanın cehalet olduğunu anladıklarına” dair bir gözlemimi aktarmıştım, bunun için gerçekten özür diliyorum.
Son yazımdaki bu fikir hatasını okumaya maruz kalan değerli arkadaşlarımdan ve büyüklerimden gözleri kanayan, yüreği sızlayan; mavi ekran veren, gülen-kızan olduysa haklılar demekten başka bir şey bulamıyorum çünkü adamı mezarında ters döndüren, kemikleri sızlatan cinsten bir cehaletin içinde olduğumuzu ve de boğulduğumuzu gözümüze soka soka gösterdiler. Hatta ve hatta ben bunu yazarken, siz bu satırları okurken cehalet çoktan bir yerlerde ahlâka, bilime, ilime, dine, insan hakkına,sabrına kafa tutuyor olacak. Haklarında hayırlısı olsun, ne diyelim…Ne diyelim hakikaten? Boşluk bırakayım siz doldurun.
Ben bu hafta Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili kişisel sorunlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum müsaadenizle. Kendileri ile ilgili iç gıdıklatan, kulak tırmalayan nahoş düşünceler; kendilerine kötü günler için sakladığım, yer yer de kullandığım yastık altı küfürlerim var. Sizlerle ABD ile ilgili kurguladığım hayal dünyamı ve küfür dağarcığımı burada paylaşmayacağım tabii ki, sadece görünen gerçekler üzerinden fikir paylaşıyorum. Ancak burada benim gibi aynı fikre sahip olanlar olduğu kadar, fikren ve zikren zincirini baba yarısı saydığı yeryüzünün şeytanı Sam Amca’sına ve temsilcilerine teslim etmişler de mevcuttur. Bu sebeple bu yazı, kiminizin iç yağlarına iyi gelecek; kiminizin de bam teline akort basacak kanımca. Belki kimi klavyeşörler de “Bu ne diyor ağğbii ya” diyecek. Bakalım…
ABD uyguladığı dış politika ve gösterdiği “küçük dağları ben yarattım” tavrıyla yüzyıllardır küresel sorun olarak biz dünya halklarının hayatlarına destursuz girmiştir. Çünkü zamanında bu desturu; olası güç zehirlenmesine karşı zaafı olanlar, dünya vatandaşının yaşam özgürlüğünü Sam Amca’ya altın tepside sunmuştur.
Biraz geriden gelelim.
Amerika Kıtası’nın keşfinden itibaren kıtanın gerçek sahipleri, ağaca bile teşekkür eden ve tertemiz bir ruha sahip olan bizim tabirimiz ile Kızılderililer, bu ilk 6 aylık anne sütünden mahrum bırakılmış emperyalist çıkarlar yüzünden yüzyıllar boyunca programlı bir şekilde katledilen, asimile edilen taraf olmuştur. Üstelik ABD; bu kıymetli topluluğu dünya tarihine “Indians” olarak kaydetmiş ve bizlere ABD tarafından “kelle avcıları” olarak empoze edilmişlerdir. Aslında bu insanların ne derece iyi insanlar olduklarını, Christof Colomb mektubunda İspanyol Kraliçesi Isabel la Catolica’ya şöyle ifade etmiş;
“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”
Sadece kendini seven bencil Avrupa politikasının, insani duygulara karşı olan açlığını ve heyecanını; aynı zamanda sapkınlık derecesindeki güce düşkünlüğünü, Colomb dayının seçtiği kelimelerden anlayabilir miyiz?
E sonra ne oldu? Yüzyıllar geçti, asimile edip kültürlerini bir kenara savurdukları Kızılderililer’in torunlarından, 2000’li yıllarda kapalı bir spor salonunda, kamera karşısında öyle osuruktan, kuru bir özür ile konuyu kapattılar. Onlara göre konu zaten kapanmıştı zaten.
“E bizim atalarımız vardı, bir ulustuk, değerlerimiz vardı?”
“Size, sizin topraklarınızda yaşam hakkı sunduk hainlik etmeyin!”
Çaldıklarını geri vererek kendini kahraman ilan etmekte üstüne olmayan bu İngiltere’nin yandan yemişi ABD ilginçtir ki; işgal ettikleri başka bir ulusun topraklarında da “özgürlük” savaşı verdiler. Tarihe de işte öyle yalandan bir zafer olarak kaydedildi. Böyle çok yalandan zafer mevcut tarihte bilirsiniz.
Mesela bu soykırımlarım son döneminde; Kızılderililerin iki önemli şahsiyeti ve umut bağladığı Oturan Boğa’yı ve kabilesini baskılar ile asimileye zorlamış; savaşçı kahramanları ve bu ulusun son umudu haline gelmiş Çılgın At’ı da gözleri yemedikleri için “silahsız görüşme” kandırmacası ile pusuya düşürerek 5 Eylül 1877’de katletmişlerdir.
“En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir.” diyen ABD’nin beyaz etli prensi General Philip Henry Sheridan’ı (1831-1888) ve yüzyıllardır bu cümleyi farklı uluslara layık görmüş “Red Neck” zihniyetine en içten direklerimi göndermekten kendimi alamıyorum. General Philip’in de zaten yattığı yerde huzursuz olduğundan eminim. Neyse…Devam.
İngiltere’nin zor durumda kaldığı dönemde uyguladığı ağır vergiler sonrası çıkan ayaklanmalar savaşa dönüşmüş, İngiltere’nin yenilgisi ile nefes alan bu kıtanın yeni sahipleri, kalkınma için eleman ihtiyacını, İngiltere’nin zamanında öncülük ettiği köle ticaretinde bulmuşlardır. Sonralarda Abraham Lincoln ile kaldırıldığı iddia edilse de, kölelikte sadece renk çeşitliliğinin arttığı; kıçındaki bez parçası alınıp, zamanla üzerine elbise giydirildiği ayanbeyan ortadadır. Ama üzülmeyin. Biz özgürlük düştünü, şimdiki zamane köleleri, sabah 8 akşam 5 özgürlük nidaları atıyoruz. Pazarımız tatil ama.
Ancak bir saniye;
Mesela ben anlamıyorum. Afrika Kıtası; kaynakları çok güçlü,zengin olan bir kıta. Nasıl oluyor da bu denli güce sahip olan bir kıta bu kadar fakir kalabiliyor? Onu da orada maden ocağı işletenlere; kıtayı ve kıta insanını sömürenlere sormak lazım… Belki onlar nedenini bizden daha iyi biliyorlardır. Ya da insan haklarına sadece kendi sınırları içinde dikkat eden Avrupa’ya mı sorsak? Yine neyse.
E gel zaman git zaman bu küresel sorun Gringo kardeşlerimiz petrolün ve getirisinin kokusunu aldı ve yayıldılar yavşak (bit yavrusu) gibi…Orta Doğu’da bulunan petrol yataklarına henüz erişebilecek güce ve yayılıma sahip değiller tabi o zaman;
E en yakın nerede var? Teksas’ta!
Teksas o zaman Meksika’nın..
“Eee ne yapçez?”
“Saldırcez…”
Hikayenin sonrası malum…
Sırf Afganistan’a saldırmak için kendilerinin tezgahladıkları 11 Eylül hadisesi ve sonrasında ortaya çıkan ama üstü kapatılan, görmezden gelinen gerçekler. Olan; o kadar ölen, fişlenen insana ve acı ve ABD yine terör propagandası ile peluş bebek gibi içi nefretle doldurulan ailelere oldu.
Üremeyi ve üretmeyi çok iyi bilen miyop bakışlı Çin’li kardeşlerimizim yükselişte olduğunu rakamlar söylüyordu ta ki Pandemiye kadar. Şöyle ki; Çinliler, denizden çıkmasına gerek olmadan da babasını yiyebilme özelliğine sahip kardeşlerimiz. Yıllardır her şeyi yediler.
Lütfen arkadaşlar…
Ticaretin Merkezi Wuhan’da hortlayan ve yenildiği söylenen bir yarasa ile başladığını kabul etmeyelim hemen. Gerçi biz insanoğlu yarasayı değil ama bu numarayı yedik.
Hadi buna da bi neyse gelsin çünkü, bu adamlar saymakla bitmez. Ben sonuca gidiyorum artık.
Ama öncesinde kimi muhteremler yaftalamadan bir şey söylemekte fayda var.
Şahsım; ne ocu’dur ne de bucu’dur.
Beşiktaş’lı olmanın hakkını vermeye çalışan ve tabii ki “yurtta sulh, cihanda sulh” diyen bir fikirin torunudur. Düşünerek konuşabilen, davranabilen her renkten insan, aciz benliğimce eşit kabûl görür. Kimseyi, -vicdan hariç- sahip olmadıkları için hakir görmek, benim haddim olmadığı gibi huyum da değildir. Ancak beyin Allah tarafından eşit dağıtılmış, potansiyeli bilip kullanmamayı tercih edene sınıf ya da yaş gözetmeksizin saygı göstermeyi de ben tercih etmem. Bu yüzden…
Dünya’nın tüm ülkelerinde iç huzuru bozmaya yeltenen dış politikalardan rahatsızım. Ülkemdeki ağır göçün sebebi bu rahatsız olduğum dış politikadır.
Şimdi bu sebeple geldik zurnanın; şahsımın hiç duymadığı ama hep söylenilen zırt dediği yere.
Nüfus cüzdanında doğum yeri şarap mahseni kayıtlı, şarap abimiz Brad Pitt’in “Killing Softly” filminde söylediği gibi; ABD bir ülke değil, sadece iş’tir.
Ayrıca ABD başımıza da iştir. Fırsatlar değil, fırsatçılar ülkesidir ABD. Bu ABD boşu boşuna yanaşmaz sana. Gürültüsüne dayanamadığın, ancak laf söylesen kavga çıkartacak üst komşun gibidir. Çekilmez ama konuşmak zorundasındır. Yoksa aran diğer komşularla da açılır.
Şimdi bu bahsettiğimiz zat-ı muhterem ülkeden zamanında; dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın sanırım “abi nolur benim soyadımı koyalım” diye yalvardığı, antikomünist hedeflerin olduğu ama alt metninde “SSCB’ye gözümüz yemiyor, gerekirse savaşta yancı olun ” ya da “sizi borçlandırıp özkaynaklarınıza çökelim”in kılıfı bir yardım paketi olan Marshall yardım paketini bünyemize alarak; Mustafa Kemâl Atatürk ve tüm vatanseverlerin kurtuluş mücadelesinde savurduğu sivrisinekleri yine ülkenin başına toplamış olduk. Gitmezler de artık kolay kolay. Açtık bir kere kapı pencereleri…
Sonra işte
6. Filo,
içişlerimize burnunu sokmalar, 1949 yılında Fulbright Anlaşmasıyla eğitim sistemimize giriş yapmaları vs vs…
Uzatmayayım artık.
Konu komplo teorilerine inanıp inanmamak değil. Konu, ABD olunca 2 defa düşünmek. Bir çok insanın belki de yeni keşfettiği bir anlaşma daha var sosyal mecralarda, internette dolaşan. Buna komplo dersin, demezsin; inanırsın, inanmazsın beni hiç bağlamıyor. Senin inanmadığın, “komplo teorisi” dediğin her şey de oldu nedense. İşte burada beni bağlayan tek kısım da; ülke sınırlarının içinde yıllardır ABD ve Avrupa siyasetinin cirit atma çabasıdır. ABD ile Türkiye arasında 1959’da süresiz olduğu söylenen ve imzalanan Türk-ABD işbirliği anlaşması da bunun zeminidir. Anlaşmaya göre; ABD olası bir durumda silahlı kuvvetlerini “yardım amaçlı” ülkeye sokabilecek. Gittiği hiç bir yere güzellik götürmeyen, sadece bela bırakmış; ülkeleri iç karışıklığa sürüklemiş bir ülke, benim topraklarıma ne tür bir huzur getirecek ki?
Yukarıda ülkenin karakteristik özelliklerini tarif ederek “karaktersiz” olduğunu anlatmaya çalıştım zaten. Bu anlattıklarımın altında iyilik aramak bana biraz garip geliyor. 2. defa sorayım. Böylesi bir küresel problemin nereye iyilik götürdüğünü gördünüz?
Saygılar.